Kitap

ÖNDEYİŞ

Saygıdeğer Okurlar;

Bu eserde; Türk İllerinde Bir Güler Yüz Platformu kurucuları bir avuç toplum gönüllüsünün, 2015’te kıvılcımlanan serüvenini anlatacağız. Eminim birçok açıdan ilginizi çekecek. Zira bu eserin bugüne değin yayınlanmış eserlerden ana hatlarıyla oldukça farklı önemli özellikleri var. Birincisi gerçek yaşam öykülerini anlatıyor. Adı anılan platformun doğumu, emekleyişi ve yürüyüşü… Yani bir kıvılcım etrafında kümeleniveren önceden biri diğerini tanımayan 26 ateş böceğinin macerası. İkincisi bu eser çok yazarlı. Okura pek farklı pencerelerden bakabilme olanağı sağlıyor. Her biri başka başka illerde yaşayan, değişik mesleklerden, çeşitli coğrafyalardan, farklı dünya görüşlerine sahip, salt güç durumda olan insanlar için bir şeyler yapmak üzere bir araya gelmiş kişilerin bakış açılarıyla… Üçüncüsü Türkiye’nin belirtilen yıllardaki toplumsal, siyasal ve kültürel durumunu gözler önüne seriyor. Dördüncüsü ancak bilimsel çalışmalarda karşılaşılabilecek mikro bazda gözlemlere nüfuz etmeyi mümkün kılıyor… 

Keyifli okumalar

Yayın Kurulu adına Ahmet BUHARİ

BEŞİKTAŞ’TA BİR HUKUK BÜROSU

O gün gelen telefonla içim bir tuhaf olmuştu. İkitelli’de Mali Müşavirlik yapan dostum Suat bey arıyordu. Üzgün ve telaşlı bir sesi vardı:

Bir Doğu Türkistanlı aile gelmiş… İnsan kaçakçıları bunları, adam başı 30.000.-$’a kaçırıyorlar Türkiye’ye. Yolda da neleri var, neleri yoksa soyup soğana çeviriyorlar…” diyordu. “Hatta güzel kadınlarını, kızlarını dahi ellerinden alıyorlarmış…”

Allah Allah! Bir şeyler işitmiştim ama bu kadarını bilmiyordum…

 “Lisanları bize pek yakın fakat sıkıntılarını anlatacak seviyede değil… Zaten herkesten de korkuyor, çekiniyorlar. Mafyadan, dolandırıcılardan, casuslardan yılmışlar. Hayatlarını kazanacak bilgi ve becerileri de yok; erkeklerin tamamı tarım işçisi, kadınlarda o da yok… Ben bu aileye bir ev tuttum, masraflarını da karşılanması gerekiyor ama buna gücüm yetmez…

Bu sözlerle farklı bir duyguya kapılıvermiştim birden. Hani yıllardır görmediğiniz bir dostunuz aniden sizi arar da kendinizi birdenbire hafiflemiş hissedersiniz, hele size ihtiyacı olduğunu işitince içinizi buruk ve sevecen bir heyecan kaplayıverir ya işte öylesine… Çocukluğumda bazı gazetelerin ara sayfa, dip sütunlarında nadiren geçen, şöyle üstünkörü gözüme çarpan haberler geldi aklıma. Herhalde 60’lı yıllara dek uzamış sonrasında nasılsa görünmez olmuşlardı. “Basmacılar” diye söz edilirdi onlardan. Ben bu tabiri basma üreticisi ya da satıcısı sanırdım. Belki benim kadar da  duymayanlar da olmuştur bizim nesilden. Oysa onlar Türkistan’ın bağımsızlık ve özgürlüğü için kendilerine göre olağanüstü büyük bir güçle dişe diş savaşmayı göze alan kahramanlardı gerçekte…

Teşekkür ederim beni seçtiğin için” sözleri çıktı ağzımdan. “Her ne harcarsan yarısını bana fatura et ve hemen de hesap numaranı gönder!”

***

Havsalam almıyordu! Bu, anlatılanlar gerçek miydi? Yani 21.Yüzyılda hala bu tür vahim olaylar sürüyor muydu? Araştırmaya karar verdim, soruşturmaya giriştim; eşe, dosta aktardım meseleyi.

Tam da o günlerde ofisime ufacık, tefecik bir hanımefendi çıkageldi. Yetmişinin üstünde görünüyordu ama yaşına göre dinç sayılırdı. Hele o çakmak çakmak bakan gözlerine göre delikanlı sayılırdı. Merdivenleri çıkarken biraz zorlanmış olmalıydı. Heyecanlıydı. Ayaküstü hemen söze girdi:

Mengi Tahsin bey göndergen, dostunızmış. Bir davam bar avkat bey! Büyük bir dava…

Hanımefendi, durun lütfen! Hoş geldiniz. Önce bir oturup soluklanın hele… “ demeye çalıştım gülümseyerek.

Sekreterim Ayşegül hanım araya girdi, yer gösterdi:

“Efendim, size ne ikram etmeliyim?”

“Bir bardak su getirsengiz…”

Belli ki onu içinden bir şeyler rahat bırakmıyor, durmadan dürtüklüyordu. Ağzına kadar dolmuş, taşmayı özlemiş bir dağarcığı vardı belli ki.  Bazı harfleri atavatandan getirilmiş, kendinden emin, vurgulu bir dille konuşuyordu:

Benim için çok önemli!” diye başlamak istedi suyunu içerken. Bense, önce onu rahatlatmayı ve ancak ondan sonra dinlemeyi kafama koymuştum. İnisiyatifi elde tutmaya özen göstererek, beylik sorulara giriştim. Yetmişdokuz yaşındaydı. Urumçi’de Edebiyat öğretmeni ve tanınmış bir yazar iken maruz kaldığı baskılara katlanamamış, 1985’te Türkiye’ye göç etmişti…

Artık rahatladığına kanaat getirdiğim aşamada sordum:

Birleşmiş Milletler’de Çin’gi dava etmek istiyorum. “ dedi. “Yetti artık yaptıkları!” dedi.  “Kampa götürdükleri erkeklerimizin yerine evlere Çinli erkekleri yerleştiriyorlar… Kültürümüzü, inancımızı yaşamamıza engel olmak için… Bizim göreneklerimize, geçtim insanlığa sığar mı bu?” diyor da başka şey demiyordu. Edebiyattan bir sayfa açtım. Meslek yaşamını anlattı. Öyküleri vardı Doğu Türkistan’da yayınlanmış… Makaleleri, şiirleri… “Bu yüzden takibata uğradım, orada okuma yazma bilmek bile kişinin başına bela…” diye anlattı.

Ben de ona Suat beyden duyduklarımı aktardım ve sordum:

Araştırdığım kadarıyla Çinli yetkililer, bazı Uygurların dinsel amaçlar uğruna çetelere, hatta IŞİD’e katıldıklarını söylüyor. Buna ne diyorsunuz? Yani bu bir terörle mücadele değil mi?

Bu, kötü niyetli bir bir plan ve danışıklı döğüş avukat bey!” diye kükredi. “Cahil bırakıyorlar, dışlıyorlar, ötekileştiriyorlar. Orada önü yeteneğine bakılarak devletçe açılmış ve eğitim alma imkânı bulmuş, hatta doğru dürüst meslek sahibi olmuş bir Uygur, bir Tibetli, bir Kazak göremezsiniz. Bu koşullarda ne yapacak insanlar? Elbette birbirlerine kenetlenecekler. Beraberliği sağlayan ögelerin başında da din geliyor. Onlar neyi yasaklarlarsa berikiler ona yöneliyor. Evinizde Kur’an bulundurmak, namaz kılmak, öz dilimizi konuşmak… “

Yani klasik ırkçılık… Yani bu çağda, o büyük devlette de, gerçekten var mı?

O kadarı olsa iyi. Köylerden Mısır’da, Tahran’da, Bağdat’ta, Suriye’de Kur’an öğrenecekler diyerek yetenekli 16 yaşındakilerden seçtikleri çocuklardan sadece göstermelik bir kısmı din âlimi oluyor. Diğerleri de ‘Bakın teröristlere!’ diye gösterdikleri olumsuz örnekler… Dağ başlarından toplanan o cahil köylü çocukları onların elinde, nereye gitmişlerse onlar götürüyorlar. ”

Desenize çok vahim!

Vahimden de öteye… Müsait bir zamanda konuşalım.

Bu kadarı yetti bana. Her hal ve karda anlaşılıyor ki; hiç yoksa acil ve yakın bir insani ilgiye ihtiyaç var. Ve biz de insanız, hem de onlar gibi Müslüman ve onlar gibi Türk’üz… Bir atasözümüz var: ‘Ateş düştüğü yeri yakar’ diye. Tam da bu durumu anlatıyor.”

Peki, ama hiç korkmuyor musunuz? Diyorlar ki: ‘Her yer casus kaynıyor…’ Sonra başınıza bir şey gelmesin!”dedim.

 Heyecanlanıp ayağa kalktı, yumruğunu sıkarak:

Koca koca adamlarnıng gözlerning görmediği, kulaklarnıng duymadığı koşullarda iş bana düştü. Şu kadarcık boyum, bir avuç yüreğim var ya! Yeter de artar bile… Men bu meselege sahip çıkıyorum. Tek başıma kalsam da sonuna kadar gideceğim! Korkmuyorum.

Bu öfkelendiğinde öz şivesine yönelen tonton ve azimli ihtiyara Birleşmiş Milletler’in bir mahkeme olmadığını ve ancak kamuoyu oluşturmak yolunda kişisel girişimlerini yoğunlaştırmasının yararlı olacağını, esasen bu uğurda ihtiyaç olan edebi yetilere sahip olduğunu söyledim. Dopdoluydu, bilenmişti, ikna ve tatmin etmek hiç de kolay değildi ancak kavrayışı üst seviyedeydi:

Ben de bir özge sözümüzü aytayım: ‘Ming kişi yüzin bilginçe, bir kişi atın bilgü.’ Yani bin kişinin yüzünü bileceğine bir kişinin adını bil! Netice, sizi tanıdığıma çok memnun oldum.”

 O gün konuğumu uğurladım. Benim, o, dünyanın bir ucundan gelen ilginç ve şimdiye değin benzeriyle karşılaşmadığım, müvekkilim olmak üzere gelip öğretmenim olan harikulade hanımefendi “yine gelirim” diyerek ayrılıp gitti. 

Önümdeki dosyaya baktım. O geldiğinde neresindeydim, ne yapacaktım, anımsayamadım. Tam anlamıyla allak bullak olmuştum. O gitmişti ama birer ağılı ok gibi yüreğime saplanan sözleri, en çok da o pervasız bir inan ve kararlılıkla ama derinliğinde hüzünle bakan gözleri benimle kaldılar. Bir şeyler yapmam gerekiyordu mutlaka ama ne? Hiç değilse insanlık için! Duyduklarımın onda biri dahi doğru olsa yine de mesele pek mühimdi, yaralayıcıydı. Gece gündüz düşünmeye başladım ve bu halim bir şeyler gerçekleştikçe ancak hafifliyorsa da bugün dahi sürüyor. İşte, gördüğünüz gibi, şu anda da Uygurlar için bir şey yapıyorum, onların davalarını size anlatıyorum(?)

Ahmet Buhari

***

DİDEM HOCAYLA BEYİN FIRTINASI

İzleyen günlerde gecem gündüzüm bu proje oldu. Kafamda çığ gibi büyüyor ve hızla ilerliyordu. Doğrusu Zeynure hanımla karşılaşmam gibi rastlantılar bana ilahi bir yardım çağrışımı da yaptırmıştı. Didem hocaya da açtım konuyu. “Bu düşüncelerini kurumsala taşıyalım. Değişik coğrafyalarda geçen çocukluk anılarını toparlayıp bir kitap oluşturun. Eğer bu kitap basımı işini başarırsak elde edeceğimiz gelirle bu kardeşlerimize bir iş, uğraş pek fazla kimsenin bilmediği teknik beceriler edinmelerini sağlarız…”  dedi.

BİR ÇOK YÖNLÜ İNSAN YA DA ALİ ULVİ ÖĞRETMEN

Didem hocayla gerçekleştirdiğimiz beyin fırtınası sonrasında düşünceyi eyleme dökmek, bir yerden başlamak gerekiyordu. Bunun için uygun doğrultuyu biliyordum: Emekli Öğretmen ağabeyim Ali Ulvi. Çok yönlü bir kişilik öğretmen, şair, yazar, bağlama üstadı, ressam olan hocamızın dünyamıza musallat olan kuş gribi dolayısıyla çok sevdiği, yedi yaşından beri sürdürdüğü tutkusu, güvercinleriyle bağı kopmuştu. Bunun üzerine edebiyata yönelmiş ve benim de teşvikimle ilk şiir kitabı “Damla Damla” adlı eserini yayınlamıştık. Ardından da ailemizin hayatını anlatan bir roman çalışmasına girişmiştik. Fakat o da istediğimiz gibi ilerlemeyip, bir nedenle tıkanmıştı.

Kendisine Didem hocanın projesini aktardım. Heyecanlandığını görünce de öncelikle öykü kitabına yönelmemizi önerdim ve bir öykü yazmasını isteyerek kafamdaki formatı özetledim:

Öykü, çalakalem yazılacak bir şey değildir. Ha deyince yazılmaz…” gibi itirazlar ileri sürdü.

Bir gün önce bana anlattığı olayı öykü formatında yazabileceğini söyledim. Kısa zamanda bunu başardı ve böylece proje yapıt TÜRK İLLERİNDE ÇOCUKLUK GÜNLERİ adlı eserin ikinci sıradaki öyküsü “BAKIVI” doğdu. Tanıdığı edebiyatçılardan da aynı tarz, çocukluk anılarını içeren öyküler toplamasını istedim. Tüm öykülerin başlığında, anlatılan olayların nerede ve hangi yılda geçtiği belirtilecek, hemen altında öyküyü çağrıştıran bir resim yerleştirilecek ve içeriğinde geçen konuşmalar tamamen yerel dille verilecek ve İstanbul Türkçesi ile uyuşmayan sözcükler de dip notlarda açıklanacaktı. Öykünün tamamlanmasının ardından da yazarın kısa bir özgeçmişi ve çocukluk resmi sunulacaktı.

Aynı görüşmeyi çağdaş ve milliyetçi duyguları güçlü bir iş insanıyla, Aykut KAYA ile gerçekleştirdim. O da zarif ve içtenlikli bir heyecanla destek olmayı, ayrıca Yönetim Kurulu Başkanı olduğu Aykut Basım Yayın Matbaacılık Ltd. Şti’nin basım işini üstlenebileceğini söyledi.

Edebiyat benim için olağanüstü ölçüde çekici bir alandı ama –eğer çocukluğumdan beri dinlediğim halk ozanlarına benzetmeye çalıştığım sazım ve sözümü bir yana bırakacak olursak- hemen hiçbir deneyimim yoktu. Acaba bu iş bu denli kolay mıydı? Ali Ulvi ağabeyimin öngördüğü gibi 4 ayda bitirilecek bir iş miydi?

İzleyen süreçte yönelimimize dair kibriti çakan şimdi Didem BUHARİ’ye döndüm ve ilk öyküyü yazmasını rica ettim. O ise ancak öyküsünün son sıraya yerleştirilmesini istediğini söylemek gibi bir zarafetle karşılık verdi.  ve bir süre sonra KAYIP CENNET adlı öykü vücut bulmuş oldu. Bu görüşmelerden sonra çabalarımız dalga dalga genişledi. Projeye yaklaşımı, yazarlık yeteneği ve daha ziyade çocukluklarının geçtiği coğrafyaları gözeterek seçtiğimiz gönüllüler işe koyuldular.

Ben, hemen Zeynure hanımı aradım ve durumu anlattım.

Neden olmasın? Hatta harika bir fikir! Bu projeye ilk iki öyküyü ben sunayım.” dedi ve bana eserin ilk sırasındaki ÜÇ YAŞINDAKİ TARIMCI İle 22nci sırasındaki BEŞ YAŞINDAKİ ABLASINI KURTARAN ÜÇ YAŞINDAKİ KIZ adlı öyküleri gönderdi. Ne kadar zarif öykülerdi bu ikisi!

 ON PARMAĞINDA ON MARİFET

Benim yaratıcı yazarlık kursu arkadaşlarım arasından seçtiğim SMMM Nuran UZUN TURAN anılan eserin 6ncı sırasındaki ÇOCUKLAR DA BÜYÜR VAKİTSİZ ve 21inci sırasındaki KÖYÜM KOKAR ÇOCUKLUĞUM adlı öyküleri gönderdi.

Bu süreçte yakın arkadaşlarımı yokladım. Çocukluk arkadaşım, edebiyat aşığı şair ve Kimya Mühendisi Mehmet Metin EREN’e anlattım.

Ama ben şairim. Hiç hikâye yazmadım ki…” diye söze başladıysa da projeye karşı bir sıcaklık duyduğu anlaşılıyordu.” Denemeye değer…” diye bitirdi ve nihayet, anılan eserin 8inci sırasındaki ATIF’IN UÇURTMASI ve 24üncü sırasındaki KAVUN adlı öyküler dünyaya gelmiş oldu.

Şimdi sıra anılan eserin 10uncu sırasındaki KENDİNE KAÇIŞ YA DA SÜTLÜ PAPARA adlı öykünün yazarı benim lise ve KHO’dan sınıf arkadaşım, Alaattin KANDEMİR’de idi. O da hem yazarlık ve hem de teknik alanda desteğini esirgemedi. Bilgisayar kursuna gitti, web sitemizi kurdu, yönetti; yaratıcı yazarlık kursuna gitti, ortalığı pek güzel öykülerle donattı:

Ardından, 11inci öykü BİR MAHKEME’nin yazarı Edebiyat Öğretmeni Filiz GÜLMEZ hanımefendi;

13üncü sıradaki öykü ÇOCUKLUĞUMDAKİ CENNET’in yazarı iş insanı Ayşe ÖZKILIÇ ve

14üncü sıradaki OYUNCAK TABANCA adlı öykünün yazarı iş insanı Mehmet Abit AYNURAL el yazısıyla ve mürekkepli kalemle Afganistan’dan Türkiye’ye göç edişlerinin serüvenini anlattı, rastlantıdır, benim de tam da onun öyküsünde sözünü ettiği oyuncak tabanca ile çekilmiş bir çocukluk resmim vardı, kapak yaptık.

17nci sıradaki ALİ İLE KARINCA adlı öykünün yazarı Öğretmen Ali EZGİ konuyu açtığımın hemen birkaç gün sonrasında istenen türden bir öykü hazırlamıştı:

23üncü sıradaki öykünün yazarı Geleneksel El Sanatçısı Mehmet ATIŞAN’la EMİTT Fuarında karşılaştık. Projeyi anlatarak bir öykü yazıp yazamayacağını sordum.

“Ben anlatırım. Sen de yazarsın…” dedi ve ben de dinlediklerimi kaleme alıp birkaç kez kendisine gönderdim neticede anılan öykü, “KEREVİT” adlı ortaya çıktı:

Aykut beyin çevresinden iletişim kurduğu yazarlardan İBRAHAM’IN TAVUĞU ve sıradaki 20nci sıradaki MEKTUPLA GELEN TÜKÜRÜK adlı öykülerin yazarı Dr. Mehmet KUM;

18inci sıradaki DOĞU EKSPRESİ adlı öykünün yazarı Edebiyat Öğretmeni Emine AĞLAMAZ KARATAŞ;

Ağabeyim Ali Ulvi’nin çevresinden:

Eserin 4üncü sırasındaki UŞAKLIĞIMIN BİR GÜNÜ adlı eserin yazarı şair Adile NAZER:

5inci sırasındaki MÜŞTERİ adlı öykünün yazarı Em. Alb. Ali Nevzat SEZER:

12nci sırasındaki ETİBAR’IN HİKAYESİ adlı öykünün yazarı ETİBAR HASANZADE ve

15inci sırasındaki İSYAN adlı öykünün yazarı Gravür Sanatçısı Türkan NAVRUZ:

İle projenin ilk basamağı olan kitabı basıma hazırlarken, daha zengin bir içerik oluşturmak üzere ben de 7nci sıradaki TEKSAS TOMMİKS, 16ncı sıradaki AK TOPRAK ve 25inci sıradaki BABA adlı öyküleri yazdım.

Oğlum Ömer Kemal BUHARİ 19’uncu sıradaki GİZLİ CENNET, Eşim Meryem BUHARİ de 9uncu sıradaki EVİMİZİN İLGİNÇ KONUĞU adlı öyküleri yazdılar.

Bu çabanın, belki daha ilk deneyimim olduğu için, olağanüstü güç bir iş olduğunu öngörememiştim. Yazarlarımızın çoğunluğu da böyle bir çalışmaya katılmaya hazır değildi. Bu durumda tüm öyküleri zamanında toplamak, aynı biçimsel yapıya dönüştürülmesine çabalamak, bu uğurda her bir yazarla iletişmek hiç de kolay değilmiş ve uzun zaman ve mesai gerektiriyormuş… Bunun gibi; yeni bir eser vücuda gelirken –hele benim gibi deneyim dağarcığı ancak okuduklarından aklında kalanlarla sınırlı biri için- meşakkatli bir yolculukmuş… Neticede, söz konusu çalışmanın olağanüstü güçlük ve gecikmelerle ikmal olunabildiğini itiraf etmek durumundayım.

Sıra sunum ve değerlendirme işlemlerinde idi. Kızım Prof.Dr. Didem BUHARi’nin yanında Kırım asıllı akademisyenlerden Prof.Dr. Hakan KIRIMLI ve Türkistan asıllı Prof.Dr. Salih AYNURAL’ın ve nihayet projenin üç temel direğinden Aykut KAYA’nın değerlendirmeleri göz doldurunca arka kapağa yazılacak notlar tamamlandı ve son sözü ve sunuş yazısını, konunun uzmanı Prof.Dr.Ali YAKICI’dan rica ettik…

Böylece ülkemizdeki yazarların, yayıncıların, dağıtımcıların koşullarını ve daha önemlisi yazın yaşamının özgün yapısını tanımış olduk. Devamı gelişmeleri belki bir gün bir başka yazımda yazarım.

Türk İllerinde Çocukluk Günleri

“Türk İllerinde Çocukluk Günleri” adlı eser, 20 yazar, 5 akademisyen, 3 kamuya yararlı dernek ve 259 üyeden oluşan TİES (Türk İllerinde Edebiyat ve Sanat Grubu)nun el ve gönül birliğiyle hazırlanmıştır.

Bu büyük proje kapsamında hep birlikte kardeşliğe odaklandık, ayrımcılığın her türünü geride bıraktık. Emeğimizi, duygularımızı ve öykülerimizi bu esere armağan ettik. Böylece sizlere çocukluğunuzu yeniden hatırlatacak 26 öyküden oluşan bir kitap sunduk.

Bu Eseri Okurken…

  • Yetişkinler, kendi çocukluk yıllarını sevgiyle anımsayacak,
  • Çocuklar, dedelerinin ideallerini ve hayallerini benimseyecek,
  • Her öyküde, kahramanların yöresel şiveleriyle konuştuğunu duyacaksınız,
  • Ve Türkçemizin benzersiz zenginliğini, enfes çeşitliliğiyle tanıyacaksınız.

Dünyanın 26 farklı ilinde yaşanmış çocukluk anıları…

Keyifli okumalar!